Ruh-i Aromatik
- murat cengizer

- 25 Nis 2020
- 5 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 18 May 2020
Beydağları etekleri…
Pedal çevirmeyi bıraktım.
Ağır gövdeli eflatuna çalmış mavi dağ bisikletimi, lavantaların Kızlarsivrisi’ne bakan tarafında kendi başına ayakta duran bir armut ağacının gölgesine çektim.
İleride Geçmen köyü gözükmüyordu ama belediyenin yenilemiş olduğu asfalt yol üzerinde uzaktan usul usul yaklaşan az sayıda otomobil, köyün enerjisini bırakıp çekildi yanımdan.
Çekilirken önce garip bakışlar, basılan korna, sonra da karşılık olarak kalkan bir adet selam kolu…
Yol, eski bir Türkiye trafiği sergisi... 76 model bir Renault 12, 80’lerden yorularak gelmiş bir Doğan ya da Hacı Murat’ı gördükçe içim daha da ısındı bir an önce içinde olmak istediğim lavanta tarlasına.

Asfalttan arazinin kırmızı toprağına geçerken, doğa yine değişmeyen adamsendeciliğini oynuyor; çevredeki elma bahçeleri, eski köy mezarlığı ve az sayıda açgözlü sebze serası için ürettiği insansız sessizliğe devam ediyor.
Zaten bu ahengi bozabilecek ne niyetim var, ne gücüm…
Durumdan fazla memnun devam ettim yürüyüşe.
O pastoral orkestrada bir doğa-bilimcinin sesini de tanıdım:
“Doğa öğüt vermez, öğretir. Taşlara vaaz verilmez. Bir taştan kıvılcım elde etmek, ahlaki bir ders elde etmekten daha kolay.” (John Burroughs)
Öğretiyor da…
Can suyunun ne olduğunu, kendi haline bıraksan da o fidelerin nasıl boya gideceğini, sevgiyle yaklaştığın topu topu 4 santimetrelik yeşil bedenin bir adıma üç adım gelen cömertliğini, aslen fark edilmeyen bir lütuf içinde yaşadığını ve her şeyi bilen şark kurnazlarının ilaca, sadece paraya tapınan o detone akıl verişlerini…
Onlar için de Bukowski’den istek yaptım:
“Akıllı ve üstün nitelikli şahsiyetler gibi davranıp ortalıkta dolanan bu insanlardan görür görmez hoşlanmadım. Her biri diğerini geçersiz kılıyordu. Bir yazar için en kötü şey başka yazarları tanımak, daha da kötüsü çok sayıda yazar tanımaktır. Aynı boka konan sinekler gibi…”
Ayrıca madem tarlaları işlemekle ilgili bu denli ahkam havuzundasın, o halde zamanında neden karşı çıkamadın bir spekülatörün güzellemesine:
“Ağaçtan düşen elmayı milyonlar gördü, ama neden sorusunu bir tek Newton sordu.” (B.Baruch)

***
Tarlaya girdiğimde lavantalar, içtimaya çıkmış piyadeler gibi göründü gözüme.
“Muhabere Bölüğü, istikamet sağınız, dağılın marş marş!..” demiyorum tabii. Onlar o metalik sesi hiçbir zaman hak etmiyor. Hoş, piyadeler de üstlerine kendini kanıtlama sınavında gark olmuş bir astsubayın denekleri değil sonuçta.
Lavantaların arasında başladım gezinmeye.
Düşündüm bir an, insan okumayı yıllar sonra söküyormuş meğerse.
Yaprağın geometrisini, suyun kılcal kılcal çekilişini, yakıcı güneş altında çapa yapan köylülerin binlerce kez eğilip bükülen bedenlerini, paranın açgözlü insanı biat etmeye zorlayışını ve doğal olarak Lidya’lıların bize koca bir yamuk yaptığını sonradan okuyorsun.
Zaten seni o tarlada bir Ahmet Haşim anlıyor:
“Ne yazık ki gövdenin güçsüzleşmesi aklın olgunluk zamanına rastlar. Anlamsız çocukluk, tatsız gençlik, yaşı olgunlaşmaya hazırlamaktan başka nedir? Akıl; nar ayva ve portakal gibi geç renk ve koku bulan bir güz ürünü… En az 40 yıl güneşte pişmeden, bu soylu yemiş ballanmıyor.”
“Adam sen de!” diyorsun ve başlıyorsun tek tek intermiedia fidelerine dokunmaya.
Dokunmadan sarhoş oluyorsun, tarlayı ortaladığında da artık bir aromatik meyhanedesin.
Nedim yetişiyor hemen, Lale Devri’nden:
“Meyhane mukassi(sıkıntılı) görünür taşradan amma,
Bir başka ferah, başka letafet(güzellik) var içinde.”

***
Yaşmış galiba her şeyin kaderini çizen.
Oysa kader için zamanında kariyer demişlerdi, en az iki dil, lisansüstü, yurtdışı, çok çalışmak, hep işitmeden üretmek, dinletmeyen toplantılarda yerini almak, ego yontmak, kremalı terfi almak…
Bilmiyorum ama insan sanki iş koridorlarında biraz daha tükenirse, 40’larında hayatın özgül enerjisini ıskalayacağını anlıyor.
Çıkış noktası Mississippi kırsalı olan Oprah’ı o an duyar gibi oluyorum, Amerikan televizyonlarının duayeniyken soluğu yine yaylada alan “kariyer” kadını:
“Yaşım ilerledikçe önemsiz şeylere ve sığ uğraşlara toleransım azalıyor. Paradan gelmeyen bir zenginlik türü var. Dikkati hayatınıza vermekten kaynaklanan bir vizyon ve bilgelik zenginliği… Size her şeyi öğretiyor.”
***
Win-win…
Radyo programlarımda dünya gündemini yorumlarken çok karşılaşırdım bu sihirli sözcüklerle.
Mistik, büyülü üç harfliler… Ego gibi…Kelime, topu topu 3 harf ama arka mutfakta ne pazarlıklar türetiliyor. Tut Suriyeli’yi, al Schengen’i, win win… Rus-Türk, at ortak devriyeyi, sen de win, o da win…
Haberin medyada karşılığı zaten win, servis edilişi derhal win ama halk katmanları için büyüsüz lost.
Türkçesi kazan kazan, ama Nasreddin Hoca’nın kazanı değil, düz kazan…
Yaylada aralarda esen buzul rüzgar sanki bunu çarpıyor yüzüme, hatırlıyorum çevremdekilerin kendi win-win’lerini…
Bu kez de TÜSİAD’ın canını sıkan Harvard’lıyı hatırlıyorum, Şeytan’ı fısıldatıyor:
“Zenginler ve fakirler ilk defa bu çağda benzer sefil duygular çekiyor. Gelecek korkusu, para endişesi, başarısızlık kaygısı ve çok çalışma gereği… “ (Emre Yılmaz)
***
Lavanta çalımsı bir bitki…
Onunla bir kez ilişki kurmanın karşılığı, 25 yıllık arkadaşlık…
İlk iki yıl sadece çapaya ihtiyaç duyuyor, ama fazla su istemiyor, gübreyle ilaçla da ilişkisi yok.

Aromatik kokusu, yeşil gövdeden zirveye uzanan mor yaprakları insanı şımartıyor. Tarladan çıkasın gelmiyor.
Metrobüsün yapış yapış sıkışık orta kapısı Mecidiyeköy’de açılmış da yığının içinden Kaputaş’a kumlu bir adım atmış gibi tütsülü yürüyorsun o an.
Ne zaman, ne de mekan derinliğin kalıyor, ne şehrine, ne kalabalığına dönmek aklına düşüyor bir daha.
Her şeyi bilen ama’cılar, “ Yapamazsın; kırda olmaz, lavanta olmaz ” dediklerinde içinde zorbaca bir başkaldırı isteği köpürüyor ve Giritli komşu Nikos’la cevap arıyorsun:
“Senin kuracağın manastıra, kaçakçılık yapmak üzere beni kapıcı olarak al. Oraya ara sıra acayip şeyler-kadınlar, mandolinler, damacanalarla uzo ve pişmiş domuz yavruları- sokarım, bütün hayat, palavralarla boşa geçmesin diye… “ N.Kazancakis
Hem ne kadar tükenebilirim?
Kaldı ki, geldiğim yerde neyin türküsü çalıyordu. Cevap, gerilimci Katzenbach’dan:
“Her ne kadar hayat 24 saat devam etse de New York, herhangi bir büyük şehirle aynı ritme sahipti: sabahları enerji dolu, öğlenleri karar verme aşamasında, akşamları aç. “
Sıra sıra yeşillendikçe yeşillenen mor bir görsel şölenin ortasında adımlar tükenirken, şimdi de garip bir adam durdu arabasıyla.
Yanaştı vahşi merakıyla.
“Lavanta” dedi, “Kaç dönüm” dedi, “Ne kadar, para pul, kazanç… Cebime ne girecek” dedi.
Girişi-gelişmesi kökten sorunlu böyle bir geleneğe ne anlatabilirsin. Tamah etme, desen “Hadi oradan” der, “Paraya ne gerek” desen “Deli!” der sana.
Çıkamayınca işin içinden, Alman hocamı aradım, o cevapladı:
“Şerefinizi nereden geldiğinizle değil, nereye gideceğinizle ölçün bundan böyle. Sizi aşmak isteyen ayaklarınız, bunlar olsun yeni şerefiniz. “ (Nietzsche)

Hani, Mehmet Rauf, “Öyle bir yer olmalı ki, insan kalabalıkta yaşamalı fakat içine girmeden...” diyor ya Eylül’de, Osmanlı psikolojisinde.
Öyle bir hal işte.
“Az insan, çok huzur”un kıra göçmüş halet-i ruhiyesi…
***
Kırsalda çok aranıp az bulunan şey galiba ustalık…
Usta bol, ustalık bir elin parmakları...
Kendine bir köy evi yaparken, bir bahçeye altyapı çektirirken ya da farklı bir ürün ekmek, yetiştirmek isterken karşılaşıyorsun o işlevsiz kanatla.
Var ama yok’lar, ağızlarından çıkarmayı en çok sevdikleri kelime “ahlak”, ama bir kablo ya da hesap çekerken kalp kor bir şeytan…
Şehirden kopup gelişte alışamayacağın ilk sert duvarlardan biri bu.
Zaman yönetememiş onları, iyi iş çıkarmanın ruhta bıraktığı tadı da ıskalamışlar.
Verecekleri en çok şey akıl; tarımı biliyorlar, elmayı, kulaklarıyla duydukları siyaseti biliyorlar, Terim’e futbolu bile öğretiyorlar.
Şark kurnazlığı bir inşaatta, bir toprakta…Ama hayat-rızk ilişkisinde araya felek girmiş, onunla anlaşamıyorlar.
Yaşar Kemal’i de anlamıyorlar doğal olarak:
“Adamlar(uzmanlar) Almanya’dan geldiler. Tanıştık, konuştuk. İş yapmış insanların alçak gönüllüğündeydi her ikisi de.”
***
Ekilebilecek tarla, beslenecek umut, içini ısıtacak odun sobalı bir kır evi, toprağa bağlı ekmek ve bir nefes insan…
Lavanta tarlasından çıkarken bu sarmal bekliyor beni. Armut ağacının gölgesinde bıraktığım bisikleti alıyorum, paslı demir kapıyı kilitliyor ve köy yoluna çıkıyorum.

Doğanın damarlarına doğru ilerlerken pedal pedal, muazzam bir teslimiyet hali yaşıyorum.
Ayvasıl’ın tek köy camisinin önünden ilçe hastanesine doğru bayır aşağı inerken bir kaplumbağayla karşılaşıyorum.
Onu çatısından tutup yol kenarındaki buğday tarlasına bırakıyorum, kaplumbağa sabrına ilerliyor. Nasıl bir rahatlık, nasıl bir yol yordam…
Abdal adımlarıyla dergahına yanaşıyor.
"İyi ki bir sirke düşmemiş, iyi ki kendi gerçeğinde..." diye iç geçirirken omzumu dürtüyor Gündüz ağabey:
“Sirk hayvanları gibi itaat etmiyoruz tabii. Çelişkilerimizi görmemek için yaptığımıza akılcı bir kılıf uyduruyoruz.” (G.Vassaf)
***
Artık ilçenin Antalya yolu üzerindeki ilk ve tek ışıklarındayım.
Elmalı'yı bundan seviyorum işte. İddiası, sadece tek trafik ışığı...
Kalabalık caddeleriyle, neonlarıyla, konforuyla karşılamıyor insanı. İçine sakin sakin çekip bırakıyor leblebiciliğe. Ne en olmak gibi bir derdi var, ne daha fazlasını istetiyor.

Birazdan Fethiye yoluna bağlanıp evime geçeceğim.
Bahçeye girer girmez, tabii komşunun çoban köpeği hemen yanımda bitecek. Onu okşayıp içeri girmeden, bahçeden odunları toplamaya koyulacağım.
Ovada Yörük havasını hissederken, bahçe traktörü de odunların yanında bana bakacak.
Ona şu sıralar pek ihtiyaç yok ama yazın onsuz bir hayat da olmuyor.
O yüzden “Tamam, kahramansın ama havaya girme, daha zaman var hasada” diyeceğim.
Eve girince de Zweig ilişecek gözüme. Türk kahvesini tadarken, mırıl mırıl:
“Tarihin akışı zorlanmaktan hoşlanmaz, kahramanlarını kendisi seçer, ne kadar zorlasalar da davetsiz gelenleri hiç acımadan geri çevirir.”
Duydun mu pırpır!..




Yorumlar