Toni Schumacher'i özledim!..
- murat cengizer

- 25 Eki 2019
- 3 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 3 Şub 2023
1980’lerde bir hafta sonu…
Önce 50’lik parmaklar radyonun gezgin düğmesini çeviriyor, Prag’dan Sofya’ya, Bağdat’tan Yugoslav Belgrad’a kadar tüm küresel cızırtılar atlanıyor, o istasyon –ki kuvvetle muhtemel TRT Radyo1 - bulunur bulunmaz “mikrofonlarımız İstanbul’da”yla Fenerbahçe resitali başlıyor.
10 yaş öncesi tanık olunan bu “baba” etkinlik benim için bir Pazar senfonisi kıvamındaydı.
Sıkıcı, anlaşılmaz ve evdeki dişi yakarıştan dolayı çabuk baltalanan bir resital…
Tabii o zamanlar sarı lacivert hassasiyetim sadece kağıt üstünde... Okulda bir itiş kakışa bile neden olamayacak güçte masadan inememiş bir Fenerlilik…
Ne Cem’i, Pesiç’ı biliyorum, ne de -şimdiki hali olsa kesinlikle bilirdim- Abdülkerim’in eğlenceli sinirini… Duyduğum biraz İlyas, babam kızdığında kova Yaşar, fazlasıyla da Bordeaux Selçuk…
Ötesi yok işte…
Fenerbahçe o zamanlar bir MFÖ, bir Eurovision, bir Alex değil.
Hatta Kitt’ini arayan Michael Knight bile değil.
Ancak ne zamanki takvimler Temmuz 1988’i gösterdi, işte o zaman uyandırıldım.
Fenerbahçe o dönemde dünyaca ünlü Alman file bekçisi Toni Schumacher’i transfer ediyor, Yeşilköy’de yer yerinden oynuyordu.
Yazdığı milli takım manifestosundan dolayı 24 saatte Almanlar’ın bile Fransızlar kadar nefret ettiği adama dönüşen Toni, aslında Kadıköy için Espana 82, Mexico 86’ydı.
Anlamlandıramadığım şeyler de yok değildi:
Nasıl oluyor da dört kadınlı bir evde yaşamaktan kaynaklı hissiz futbol, salt bir transferle baş köşeye yerleşiyordu?
***
Önceki yıllarda da yabancı yıldızlar gelmiş, ama duyduklarım beni şirazemden çıkarmamıştı, yaşım mı tutmamıştı ne!..
Schumacher ruhumu ele geçirmiş gibiydi.
Miço miço naralarıyla okul kalelerine geçer, kıytırık bir kurtarış sonrası şapkalı kafa önde, hızlı adımlarla bulduğum ilk gevreğe onun gibi çıkışırdım, hayat “Deutschland über alles”ti.
Hafta sonu anaerkil evde büyüklü küçüklü iki erkeğin ortak eğlencesinin müsebbibi oldu Alman efsanesi.
Rize, Altay, Maraş ve Samsun maçlarında ilk dört hafta gol görmeyen kale, gözüme fazla efsanevi gözüküyordu ayrıca. Hatta ilk golünü de Adana deplasmanında bir Fenerli’den yemişti, sayılmazdı.
Ama gidilen ilk maç İnönü’de Beşiktaş olunca, 13 yaş, Metin Ali Feyyaz tehlikesinin boyutlarıyla yüzleşmiş oldu. Evet, Rıdvan yoktu maçta ama Tony vardı. O tutar, Aykut atardı.
“Ham” Ferdinand’ın dizli kaval kemikli golünden sonra bir de Feyyaz döne döne direkten Ekim ayının golünü atınca eriyip kalmıştım numaralı tribünde. Oysa ayın golünü ilk elden canlı canlı yiyen bendim.
“Tony o golleri nasıl yedi” psikozuna bir de amigo Orhan eklenince hayatımın ilk Fenerbahçe maçından uygun adım kaçasım geldi.
33 bin seyirci kapasiteli görünümlü 40 binlik İnönü’de yanımdaki koltuk “Sen de Fenerli’sin değil mi” diye soran bir amigoya nasip olmuştu. Hoyrat ama babacan, siyah beyaz…
Bildiğin bir Cadılar Bayramı ikindisi…
***
Fenerbahçe tarihinin o döneme kadar gördüğü en yüksek perdeli transferini özel bir motivasyonla izliyordum.
1988-89 kadrosunun soyunma odasından konfetiler eşliğinde yeşil sahaya çıkışında 1 numara nedense o koyu sarı üniformanın olmazdı.
Ama az sonra Reusch eldivenli, beyaz kepli sarışın, ara koridordan sahaya koşa koşa çıktığında yer yerinden oynardı.
Camiada koca bir anlayışı bir deli/dahi değiştiriyordu.
“İyi bir orkestra şefi önce seyirciye arkasını dönmeli” şiarını ilk elden uygulayan bir kaptan olarak efsane sezonda öncelikle hücum onunla başladı; yan toplarda sıkıntılıydı ama oyun zekasına, yer tutuşuna, reaksiyon hızına ve onu en fazla avlayan Feyyaz’ı bile bire birde sıkıntıya sokan duruşuna getirilebilecek bir eleştiri yoktu.
Uche-Högh, Edu-Lugano tandemlerinin oyun zekası olarak bir hayli gerisinde kalan defans hattının koordinasyon görevi de onundu.
Bu çabanın karşılığını soyunma odasında Müjdat’tan yediği yumrukla almıştı örneğin.
***
Fenerbahçe, 103 gollü kupayı şampiyonluk maçından sonra evine götüren delinin haleflerinde kale sıkıntısı yaşamadı.
Engin, Rüştü ve Volkan'dan sonra kaledeki profesyonellik bugün Altay’la devam ederken, diğer hatlarda yıldan yıla askerleri yönetebilecek Schumacher'ler arandı.
Ancak Soçinski, Pingel, Maldonado, Jakolçeviç, Hotiç, Steviç, Frey ve Wagenhaus gibi düşük profilli isimlerle maraton koşmanın sakıncaları sarı lacivertlileri birçok sezon sportif başarıdan yoksun bıraktı.
90’larda elde edilen tek şampiyonluk sayısı, 2000'lerde tek maçla kaçan şampiyonluklar bunu fazlasıyla açıklıyor.
***
Bugün camianın 30 yıllık futbol geçmişine baktığımda belki kalbur üstü bir
dizi yıldızdan bahsedilebilir.
Ancak sarı lacivertli camiada –Alex hariç- futbol devrimine imza atan, bir Schumacher hacmi yaratan ismi bulmak zor.
Van Hoojdonk’lu, Okocha’lı, Kuyt’lı, Anderson’lu isimlerin aksine bazı yabancı yıldızlar çubuklunun dengelerini de sarsabiliyor.
Konu sadece koşu mesafeleri, istikrarlı maç sayısı, hücuma katkı vb. maçtan maça skorer performans da değil.
Fenerbahçe’de, destansı maçta 3-0’dan 4-3’e gelinen noktada, kurtardığı top nedeniyle coşkuyla yanına gelen Taygun’u hışımla yerine gönderecek bir kaptanlık pazu bandına ihtiyaç var.
Yabancı yıldızın karşılığı masadaki performansıyla, yıllık 4 milyon eurolarla açıklandığı anda o büyü aynı masada ruhunu bırakıyor.
Geriye biraz da o sıcak Temmuz'u hatırlamak kalıyor ve Fenerbahçe Schumacher’i, devrimci assolistini kolay kolay unutacak gibi görünmüyor.
“Miço Miçoooooo…”




Fenerbahçe Schumacher'i transfer ettiğinde çok kıskanmıştım. Fenerli arkadaşlarım Toni'yle övündüklerinde kıskançlığım bir kat daha artardı.