top of page
Ara

Hadi baba gene İstanbul!..

  • Yazarın fotoğrafı: murat cengizer
    murat cengizer
  • 15 Kas 2020
  • 4 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 16 May 2021

"İslami bir rejim her alanda ciddi olmalı. İslam'da şaka yoktur, mizah yoktur, eğlence yoktur."

Sözler, sürgün yıllarının 11 ayını Bursa-Ankara hattında geçiren Humeyni'den...

1979'dan sonra İran'da açıkta kalan kadın saçını, iki tek atmayı, Tahran gençliğinin The Doors dinlemesini yasaklayan Ayetullah, ciddi yaklaşıyor siyasete:

"Şakası yok, gülme!" diyor.

Neyse ki, ben böyle bir kapı duvar ciddiyet yaşadığımı hatırlamıyorum çocukluğumda.

Dini hassasiyetleri özellikle ibadet ayağında belirginleşen; yazı, yazlığı, kadehi, neşeyi ve tabii ki annemi bir koltuğa sığdırmayı başaran bir babanın elini tutup, İstanbul'u güzel gezdirdiği bir çocuktum, 80'lerdim.



Mesela, her zaman şaşkın yuvarlak hatlı gözleri olduğunu hayal ettiğim banliyö trene Bakırköy'den biner, önce Kocamustafa Paşa istasyonunda inerdik.

Trenden istasyona adım atarken, vagonla beton zemin arasındaki faraş kadar boşluğa ayağımı kaptırmamak, çocuk aklımla psikolojik değil, keyifli gerilimdi.

Sonrası pek rahat...


Samatya meydanında balıkçıların önünden geçip soluğu, şimdiki Develi'nin yan sokağında alır, babaannemin evine koştururdum.


Aya Mina Ortodoks Kilisesi'ni gören çıkmaz Şarap Sokağı'nda üç katlı evin çan ipine coşkuyla asılır, o da hemen şımaran bir edayla aşağı koşturur açardı kapıyı.

Vodina'lıydı kendisi, kısa bir dönem Atatürk'ün himayesine aldığı Manastır kadını Zehra...

Rumca bilir, Arnavut gibi konuşurdu.


Namazlarını aksatmaz, eşarbını, makyajını, Ermeni dostlarını pek unutmazdı. Gezenti hali, komşuları, lümpenleşmeyen sokağındaki varlığı ve Müslüman hassasiyetleriyle tipik bir Rumeli'ydi.

Evinde Kur'an derin okunurdu, baş üstüydü.


Siyasal İslam kutuplarında dolaşıp ona buna had bildirdiğine pek tanık olmadım, elli metrekareye sığıveren tevekkülünden Ruskin yetişip gelirdi sanki. Samatya'dan hakkını vermişti İngiliz yazar:


"Pek çok din var ama ahlak tek!.."

Sobanın üzerinde kahvesini hazırlarken, "Paşa"yı anlatır, huşu içindeki dinleyişimi babama soktuğu laflarla keser atardı.


Ulema kibrinin aksine güzel gülerdi babaannem. Yaşadığı İslam da öyle pek asık suratlı değildi. Dans etmeyi sever, aralarda içi dolu kahkahalar atar, safça sorularımdan mizah devşirir, döner yine babama laf sokardı.



Evden ayrılırken mendilin içine konmuş kağıt paralarla İstanbul'un şimdi taşı toprağı altındı.

Sıra tamburlarda kemanlarda yaşayan babamdaydı, Mesut Bahtiyar'da...


Sirkeci garından onunla açılırdım yeryüzüne.


Önce Abdülhamid dönemini görmüş tatlıcı Konyalı'da bir kazandibi seçer, sonra kendimi Mısır çarşısında baharatların başında bulurdum.


Yanına kuş pazarı eklenmeden olmazdı, kese kağıdın içine konmuş bir sakayla eve dönülecekti mutlaka akşam. Debelenen hayvan, kağıdın yan duvarında açılmış orantısız delikten alırdı nefesini.


Kalabalık da olsa, biraz gri gri de olsa, Eminönü'nde bir kültür şöleniydi önümden akıp geçen.


Orhan Veli'nin deyimiyle "güvercin dolu avlular", birbiri ardına iskelelere yanaşan şehir hatları vapurları, balık ekmekçilerin dalga sesine karışan çığırtkan melodileri, Alman asıllı Galata köprüsü ve alt katını 24 yaşımdan sonra keşfedeceğim salaş birahaneleri, rengarenk kıyafetleriyle insanlar, hoyratlıklar, kalabalıklar, elimde büfe limonatası, su satan çocukların kendinden bihaber koşturmacası, damalı Anadollar ve tekrar tekrar iskeleden kalkan sarı şapkalı vapurlar...


Bunun adı oryantal cümbüştü.



"Telli araba" troleybüsle Beşiktaş'a doğru giderken, babam her zamanki uhrevi molalarından birini verirdi.


Çırağan'ın arkasında müthiş bir eserin şadırvanının başındaydım. Eskilerin "misafir cami" dedikleri Küçük Mecidiye...


Ne cemaati vardı, ne kalabalığı... Turisti, popülizmi, öyle avlusunda siyaset yapanı falan da yoktu.


Mesela, Eyüp'ün avlusunda işaret parmakları havada, "Mücahit Erbakan!.." diye bağıra bağıra kendini kaybeden garip bir grupla karşılaşmıştım birinde.


"Baba, bunlar kim?" dediğimde onun yan yan bakıp, "Boş ver, oğlum!" diyerek hızla beni uzaklaştırdığını hatırlıyorum. Siyasi rey'i merkezden sekmeyen bir bahtiyar, rahatsız mı olmuştu ne?


Dinin "kullanışlı bir enstrüman" olduğunu anlayacak yaşta değildim tabii ama en ufak bir itiraza parmak sallayacak ham bir toplulukla karşılaştığımı da anlamıştım.


Öyle sevecen, kendine çeken, derdi tevekkül olan bir grup değildi. Kendini kendinde közleyen bir tasavvufi kucaklayıcılığı da yoktu. Mahalle camisinde bey amcaların derin olmasa da samimi diyalogları bu duvara sert çarpabilirdi mesela, hissetmiştim.


Belki bundan ötürü Küçük Mecidiye'nin kendi başına bırakılmışlığı, içimi daha çok çekmişti Balyan'ların şirin eserine.


Acaba Ihlamur'da avlanırken Beşiktaş sırtlarının korkutucu ıssızlığından rahatsız olduğu için Teşvikiye camisini yaptıran Abdulmecid, Çırağan'ın ardına düşen bu mütevazı camide hangi insani boşluğu doldurmayı hayal etmişti?



Babamın dur durak bilmeyen tarafına yabancı değildim.


80'lerin İETT'sini, vapurlarını, duraklarını, iskelelerini adımlaya adımlaya öğreniyordum.


6-12 yaş arası, o bir türlü anlayamadığım hıza uyum sağlamak canıma tak ederdi. Babalık rüşvet de, ya dondurma olur ya da saçım okşanırken vapur ayran-simidi...


Bazen boğazdan köprüyü izleye izleye Tarabya'da indiğimiz olurdu, Rumeli Feneri'nde mola verdiğimiz de...


Birinde daha garibi olmuş, Atatürk köprüsünden bir gece düğün coşkusuyla geçen gelin arabası, alkolün etkisiyle korkuluklara çarparak sulara gömülmüştü. Arabanın sudan çıkarılışını bekleyen bir ikiliye dönüşmüştük.


Vinç dalgıcın işaretiyle Altın Boynuz'dan arabayı çıkarıyor, babam "serial killer" hazzıyla izliyordu olanı biteni. Ağzından çıkan beş kelimenin en az üçü, "bak bak"tı.


Gezilerin bir bölümü bu tarz psikolojik gerilimlere ayrılmak durumundaydı.


Sabır, ya sabır...





İstanbul şişkinliğinden uzaklaşmanın sembolu öğleden sonra Rumeli Feneri...


Otobüsü, insanı, olmayan dükkanları, badanası yarım kalmış tek kat evleri, Sarıyer'den bile ayrışmaya çalışan haliyle ıssız ama gururlu bir köy çocuğuydu.


Önce köy fırınından sıcak bir Trabzon ekmeği alınır, yanına eski Kars kaşarı eklenir, tabii çocuk damağı için kabus bir peynir olduğu için zeytin ve beyaz peynir ayrıca düşünülür ve deniz fenerini yandan, dalgakıranı sırttan gören bir bankın üzerinde kese kağıdı örtüsüyle kahvaltı hazır olurdu.


Çay Mesut Bahtiyar için her daim bulunur, yine bulunurdu.


Aceleyle Beykoz teknesine atlanır, arş arş Anadolu kıyıları gezilirdi: Yuşa tepesi, Çubuklu, Kandilli, Kuzguncuk, Beylerbeyi...


Çınar altında verilen molanın ardından altı otobüslü, iki vapurlu, bir tekneli, tatlılı, tuzlulu, keyifli, gerilimli dans sona ererdi.


Şimdi büyüdüm, enerjimi sakinliğimden alan bir orta yaş olarak doğada yaşıyorum.


Ve bugün dönüp geriye baktığımda, yaşadığı dünyayı küçük odacıklara bölüp neşeli kalabilmeyi bir yaşam felsefesi haline getiren bir babayı yaşadığımı fark ediyorum.





Onunla neşelendiğim İstanbul, Everest'e tırmanırken "niye" diye soranlara "çünkü orada" cevabını veren efsanevi dağcı George Mallory'i hatırlatıyor bana: 


"Bu maceranın bana verdiği tek şey, katıksız bir neşe...Sadece yemek ve para kazanmak için yaşamıyor, hayattan keyif alabilmek için yiyor ve kazanıyorum. Hayatın anlamı da bu!.."



















Comments


Abonelik Formu

Gönderdiğiniz için teşekkür ederiz!

Finike Cad. Elmalı ANTALYA 07700

©2019 by SADE KAHVE. Proudly created with Wix.com

bottom of page